Tuesday, March 6, 2007

öldü


Uzaktan görmüştüm O nu.Arkası bana DÖNÜK yürüyordu.Uzun zaman oldu görüşmeyeli O nunla. Aslında görüşmek isteyip istemediğimden de pek emin değildim. İnkar etsem de buraya gelirken O nu da görebileceğim aklımdan geçmişti.

O öldürdüğüm adam yapıyordu bana bunları. Vicdan azabı çekmemi istiyordu beklide.

Çoğu zaman sıkıcı olabilmesine rağmen arada sırada onu kıskandığım oluyor.Benim aksime çok fazla şeye olan inancının beni etkilediğini itiraf etmeliyim. Onu zaman zaman özlüyor olsam bile karşıma çıksa gene onu öldürürüm. Çünkü o suçluydu, öldü…

Uzun zaman oldu görüşmeyeli dedim ya, bir an tereddüt ettim O olduğundan. Saçlarını daha bir uzatmış gibiydi sanki. Aslında seslensem O olup olmadığını anlayabilirdim ama bir şey beni engelledi. Çok sevdiğiniz yabancı bir şarkının, bir gün merak edip sözlerini Türkçe’ye çevirdiğinizde, beklediğiniz gibi olmadığını, bambaşka şeyler anlattığını gördüğünüzde duyduğunuz hayal kırıklığına uğramamak için seslenmedim galiba. Çünkü o an seslenseydim düşündüğüm kişi olmadığını görüp daha sonra olacaklar için hayal kuruyor olamayabilirdim.

Bir an gene karşıma dikildi o adam. Göğsümü yumrukluyor, ağzımı açıp içimdekileri haykırmamı sağlayarak hem intikam almak hem de kontrolümü eline geçirmek istiyordu. Beyninizin durduğu anlar olur ya, bir süre sonra kendinize geldiğinizde az önce yaptıklarınıza inanamazsınız, ağzımı açmış O na seslenecekken o anı yaşadığımı hissedip tekrar sıktım onun kafasına. Çünkü o suçluydu, öldü…

Üzerime sıçrayan kanına bakarak doğruldum başından. Her ölüşünde yeni bir leke bırakıyordu üzerimde. Arkamı döndüğümde ise bıraktığı leke yanına kar kalmış, sinsi planlarını gerçekleştirmek için kim bilir nereye kaybolmuştu.

Tekrar O nun olduğu yöne hızla dönüp baktım, hareketimde annesini kalabalığın içerisinde bir an için kaybetmiş çocuğun korkusunu hissettim. O nu, sanki bu olanlar bir saliseden kısa sürmüş gibi bıraktığım yerde buldum. Gerçeği söylemek gerekirse kalp atışlarım de hızlanmıştı ama bu sefer farklıydı, yani anlatamıyorum nasıl bir şey olduğunu. Zaten hep buradaydı ya sorun.

Yaslandığım duvarla birlikte arkası bize DÖNÜK yürüyen O nu izleyerek içten içe sohbet ediyorduk. Zaman kavramının olmadığı bir yerde yaşadığımız için duvarla O nu izlerken hiç acele etmiyorduk, ayak bileklerinin hemen üzerindeki eteğinin rüzgarla yaptığı dansın tango mu yoksa vals mı olduğunu tartışıyor, saçlarındaki dalgaların birçok şiire ilham olabileceği görüşünü paylaşıyorduk.

Dikkatli bakılınca ne kadar sakin yürüdüğü fark edilebiliyordu. Sanki yere basmıyor gibiydi aynı zamanda narin bir atiklikte vardı hareketlerinde. Kollarındaki hafif salınım sanki incitmek istemezmiş gibi okşuyordu sakin rüzgarı.Belki de bu şefkate karşılık rüzgarın bir hediyesiydi bu süzülüş.

O kapıdan girerken bir çok anı yağdı üzerime. Böylesi bir sağanak yağışa hazırlıksız yakalanan beni duvar da kurtaramamıştı. Sağanak bitip geride taşan nehirlerin çamurunu bıraktığında geçmişi hatırlayıp bundan sonra olacakları düşünmeye başladım. Girecek o kapıdan içeri ama ne zaman çıkacak , çıkarken aynı kişi mi olacak yoksa zaten hiç O OLMADI MI?

Kafamı kurcalayan bu soru beni oraya bağlamıştı. Bir yandan da tüm bunları bana yapan şimdide bir köşeye geçmiş beni izleyip halime kıs kıs gülen ona da küfretmeden duramıyordum. Üzerimden geçen geceler bir kaçı bulmuştu herhalde, gerçi herkes yerli yerinde duruyordu ama bu çelişki ilgilendirmedi beni çünkü kapıdan çıkanın O olmasıydı önemli olan.

Üzerime doğru geldiğini hissettiğimde duvar beni yalnız bırakmıştı,bende eskiden yaptığımın aksine ne yapmam gerektiğini düşünmeden sadece O na bakıyordum.

Kapıya kadar O na eşlik eden rüzgar sanki hiç oradan ayrılmamış, kendini O na adamış gibi peşindeydi yine.

Yeni doğmuş bir bebeğin verdiği ilk nefesten ya da ilk kez uçan bir kelebeğin kanadından meydana gelen bu rüzgarla beraber yanımdan geçerken çok yakın olmamıza rağmen görmemişti beni ama gülümsüyordu, hissetmişti O nu izlediğimi, çünkü biliyordu suçluydum, ölümüştüm…

guilty

Monday, March 5, 2007

şemsiyenin öyküsü


Öyle eski olmayan zamanlarda, günlerden bir gün bir delikanlı ile şeker mi şeker, bir o kadar da güzel olan gözleri güneşe benzeyen, gülüşü insanı rüyalara daldıran bir kız beraber vakit geçiriyorlarmış.. Birden kızın uykusu gelmiş, masal dinlemek istemiş. Çocuk da başlamış ona masal anlatmaya..

Çocuk masalı anlatırken kız yarısında uyuya kalmış ve rüyaya dalmış. Rüyasında çocukla beraber, koca koca binaların olduğu, karıncalar kadar fazla insanların olduğu uzuunca bir yolda yürüyorlarmış. Onlar yürüdükçe kalabalık yarılıyor, kimse onları görmüyor ama herkes yollarından da çekiliyormuş..

Derken gök gürlemiş, şimşek çakmış aniden bir yağmur başlamış.. Herkes saklanacak yer ararken kızla çocuk çok şaşıracakları bir şeyle karşılaşmış.. Yağmurla beraber onların üzerinde kelebekler uçmaya başlamış. Onlar da yağmurun altında yürüyormuş ama etraflarına yağmasına rağmen onların üzerine tek damla düşmüyor, onlar da ıslanmıyormuş..

Onlar şaşkın, bir o kadar da mutlu bir şekilde yürürken tek tek mağazalara, kafelere girmeye başlamışlar. İstediklerini alıyorlar, istediklerini içiyorlarmış ama kimse onları görmediği için bir şey diyemiyormuş. Kız bu işe o kadar sevinmiş ki kendini kaybetmiş, her mağzadan sürekli kendine elbiseler, takılar almaya başlamış... Ama hep bir şey eksik gibi geliyormuş, kız çok unutkan olduğu için bir türlü aklına getiremiyormuş..

O aklına getirene kadar rüya hiç bitmemiş. Kız bir yandan uyuyor, rüyasında o unuttuğu şeyi arıyormuş... Bir yandan da çocuk ona masal anlatmaya devam ediyormuş. Böyle böyle zaman akmış, yıldızlar kaymış, günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş, çocuk sıkılmadan sürekli masal anlatmış, kız da sürekli uyumuş..

Derken bir gün çocuk yok olan bir diyardaki gencin öyküsünü anlatmaya başlamış...

(Gencin Öyküsü)

Zamanın birinde, gücü büyük olan, göğünden elmas gibi parıldayan yağmurların yağdığı, denizinden incilerin taştığı, topraklarında binbir türlü çiçeklerin açtığı, bir ülkeye sahip sultan yaşarmış. Onun himayesindeki insanlar huzur içinde yaşar, zenginler fakirlere yardım eder, kimse kimsenin malına yan gözle bakmazmış.

Bu bolluk ve ferah içersindeki sultanın tek sıkıntısı çocukluğundan beri kendinden başka insanları hor gören, onlarla alay eden ve her fırsatta onları büyüleyip akıllarını kaybetlemerini sağlayan kızıymış. Prensesin dillere destan güzelliği, üzerine ne giyerse giysin kendini belli eder, erkekleri yoldan çıkartmaya yetermiş. Onun hiç bir isteğine karşı gelemeyen sultan, onun halktan biri gibi çıkartıp halkın yaşamını anlamasını, daha hoşgörülü olmasını istediği için her yıl 7 gün saray dışına, şatafattan uzak kıyafetleri ile gönderiyormuş.

Bu günlerden birinde şehirde 1001 tür kumaş satan gencin prensesi görmesiyle büyülenmesi bir olmuş. Artık kendini işine veremez, onu nasıl elde edeceğini düşünür onu şehirde aramaya koyulurmuş. Ona kimsenin şimdiye kadar söylemediği en güzel sözleri söylemek, eşi benzeri olmayan hediyeler vermek istiyormuş. Benzersiz kumaşlardan bir şemsiye yaparak hediye etmek aklına gelmiş. Ancak elindeki onca kumaşı ona layık görememiş ve onun güzelliğine daha da yakışacak kumaşı bulmak için şehirden ayrılmış dağları aşmış, bir çok hükümdarın toprağından geçmiş.. Ancak hiçbirinde istediğini bulamamış.

Gittiği diyarlarda hikayesini anlatmış. Ve onun istediğini bulabileceği tek yerin, etrafı tepelerle çevrili, ifritlerin hüküm sürdüğü ve oraya girmeye teşebbüs eden adem oğlunun bir daha geri dönmediği şehir olduğunu söylemişler..

Genç her şeyi göze alarak, prensese duyduğu karşı koyamadığı arzu yüzünden ifrit diyarının yolunu tutmuş. Hayatında ifrit görmemiş genç, diyarın ormanlarına vardığı anda, duman olarak gelip karşısında yükselen, başı ağaçları aşan dev ifriti gördüğünde korkuyla “Allahın rahmeti üzerine olsun” demiş. İfrit ona öfkeyle “ey adem oğlu! bilmez misin şimdiye kadar diyarımıza ayak basan insanları cezalandırırız, onların başına felaketler sararız.. Senin de sonun aynı olacak” demiş. Genç “ey ifritlerin sultanı. Ecinnilerin yücesi izin ver diyarınıza gireyim, sevdiğime en güzel kumaşlardan bulayım, onu kadınım olmaya ikna edeyim. Ondan başka yol yoktur önümde” şeklinde cevap vermiş.

Bu tür yalanlar söyleyerek, o diyarın zenginliklerini elde etmek isteyen aç gözlü adem oğluyla defalarca karşılaşan ve her seferinde onları helak eden ifrit “Senden önce gelenler de bunları söyledi ancak hiçbiri karşılığını veremedi. Uğruna öleceklerini söyledikleri sevgililerinden vazgeçti hatta onlara lanet etti.. Sen de onların acı dolu sonlarını yaşamak istemiyorsan git ve diğerlerine de anlat bunları” demiş.

Her şeyi göze alıp karşılığını vermeyi göze alan gence ifrit “sana 100 gün boyunca işkence edilecek, kuma gömüleceksin, susadıkça zakkum içeceksin, önünde nehirler akarken sen ateşler içinde tekrar tekrar yanacaksın.. ‘O’ndan vazgeçersen daha fazla acı çekmeden öleceksin, ancak sevgini inkar etmeyip bütün bunlara katlanabilirsen sana diyarımızın eşsiz kelebeklerinin kanatlarından yapılacak kumaşlardan vereceğim” karşılığını vermiş.

Genç hiç düşünmeden kendini sonsuz azabın içine atmış. Günlerce dayanılmaz acılar çekmiş, ona kuvvet veren tek şey sevdiğinin beyaz tenli vücudunu kollarına alıp sabahlara kadar seveceği gecelerin arzusuymuş.

100. gün bittikten sonra ifrit adem oğlunun büyük sevgisine inanmış ona bundan sonra her sıkıştığında yardım edeceğini söylemiş. Gence, kendi adını söylemiş ve verdiği sözü tutmuş. Diyarın en güzel kelebekleri yakalanmış, yeryüzünde eşi benzeri olmayan bir kumaş hazırlanmış.. Kumaşı alıp şehrinin yolunu tutan genç, sevdiğine hediyeyi vereceği günü düşünerek, çektiği acıların hepsini unutmuş. Sultanın topraklarına vardığında zaman kaybetmeden şemsiyeyi yapmaya koyulmuş. Bitirinceyse sevdiği kızın yolunu gözlemeye başlamış..

O yılın 7. gününde kızla karşılaşmış genç. Karşısına çıkıp onu ne denli sevdiğini, onun için yaptıklarını anlatınca prenses öfkelenmiş, kendisinin sultanın kızı olduğunu söylemiş, sıradan bir terzinin bu cürretine tahammül edememiş, hikayesine inanmamış ve kendisi için hazırlanan hediyeyi de elinin bir hareketi ve duyulamayan bir kaç söz ile alev alev yakmış. Ve babası olan sultana, onurunu kıran o gencin kafasının vurulmasını istediğini söylemiş. Buna gönlü el veremeyen ancak kızına duyduğu sonsuz sevgi yüzünden karşı da gelemeyen sultan gencin getirilmesini ve bir an önce kellesinin vurulmasını istemiş. Sultanın huzuruna getirilen genç “Adaletinden sual olunmaz kudretlim. Size bu zenginlikleri veren tanrı şahit olsun ki anlattıklarımın hepsi gerçektir. Yürüdüğüm yollar, geçtiğim diyarlar, çektiğim acılar sonsuzdur. Bana izin verin bu çektiklerimi tekrar yaşamaya razıyım yeter ki kızınızı ne kadar sevdiğimi tekrar gösterebileyim, belki o zaman bana inanır ve gönül verir” demiş.

Ancak sultan onu dinlemeyerek kafasının vurulmasını emretmiş. Genç ölmeden evvel ona her zaman yardım edeceğini söyleyen ifritin adını sayıklamış. Aniden yer yarılmış ve içersinden ifrit o korkunç görüntüsüyle ortaya çıkmış. Gördüklerine inanamayan sultan ne kadar yalvarsa da ifrit önce saraya, sonra da bütün şehre felaketler salmış. Her yeri alev almış ve şehrin bütün güzelliklerini yok etmiş. Nehirler kurumuş, yeşillik yok olmuş, sonsuz bir kuraklık başlamış. Bütün bunlar olurken ifrit gence isterse ona zenginlik verebileceğini, onu başka diyarlara götürebileceğini söylemiş ancak genç böyle bir acıyla yaşayamayacağını o prenses ile beraber yanarak kül olmayı istediğini söylemiş. Ve onların külleri esen rüzgar ile beraber gökyüzüne karışmış.. Şehrin topraklarına son düşen damla, gencin gözlerinden akanmış.

Yüz yıllar sonra bile hala o diyara tek bir damla düşmüyormuş...

Uykusunda bunu duyan kızın birden aklına aradığı şeyin pembe şemsiye olduğu gelmiş.. Onlar şemsiyeyi bulmuşlar, yağmur dinmiş, rüya bitmiş.. Kız uyandığında, yanında çocuk ona hala masal anlatıyormuş.. Ne, kızın ne kadar uyuduğu biliniyormuş, ne çocuğun ne kadar masal anlattığı..

Kız şemsiyesine kavuşmuş, çocuk masalını bitirmiş..

guilty

Sunday, March 4, 2007

boşluk

Mektuba nasıl başlanır bilemiyorum. Hiç yazmadım şimdiye kadar. Dili nasıl olmalı, sağdan soldan kaç santim boşluk bırakmalı onu da bilmiyorum.Zaten senin olduğun yerde pek öneminin de olduğunu sanmıyorum. Ben yazarken sen zaten okuyorsun. Aslında yazmamın ne anlamı var da diyebilirsin ama öbür türlü zor oluyor. Her şey birden aklına gelmiyor insanın.Gelenler de kağıdın üzerinde daha inandırıcı oluyor beklide.Aramızda, konuştuklarımızı uçuracak bir rüzgar da yok aslında ama işimize gelmeyen, duymak istemediğimiz şeyler oluyor bazen. O yüzden daha iyi bence.

Geçen hafta geçtim mezarının önünden ama o zaman uğramak gelmedi içimden. Geçtikten sonra fark ettim zaten. Şu aradaki boşlukta zaman kaybettim aslında.

Bugün gelirken geride hangi organlarının kaldığını görmek istedim.Maşallah olduğun gibi duruyor öfken, sevgin,umudun,heyecanın,merakın,hayret etme becerin.Gördüğüm kadarıyla sadece aramızda şu BOŞLUĞU meydana getirebilmişim seni öldürmekle. Şimdi tek fark senin o tarafta olman. Daha önce bir defa buraya geçmek geldi aklıma ama boşlukta vazgeçtim.Zaman kavramı olmadığı için çok düşünüyor muyum onu da tam olarak bilemiyorum. İlk defa geliyorum yanına.Bunu söylemesem beni fark edeceğini sanmıyorum,çok farklı hissediyoruz artık birbirimizden.

Bugün burada oluşumun bir nedeni de bu olanlardan seni haberdar etmektir. Gerçi bunları duyunca kafanı iki yana sallayacak, “yine de” diyeceksin. Biliyorum ama…

Anlatımım senin çok da sevdiğin türden olmayacak kusura bakma. Çok konu atlayıp başa dönebilirim. Dedim ya seni öldürdüğümden daha doğrusu azmettiril-diğimden beri çok şey değişti diye. Artık şekil de boş geliyor, manaya kıyasla.

Ne eskisi gibi üzülüyorum ne de o kadar seviniyorum artık.Sürekli bir sakinlik hali. Sahip olduğun şaşkınlık hali karşı tarafta kaldı.Beni çok da meraklandıran bir şey çıkmıyor karşıma. Artık farkındayım herkesin maskelerinin aynı dükkandan olduğunun. Ama onlar her ne kadar maskelerini sevdiklerinden fark edemiyorlar ne kadar şeffaf olduklarını.

Tek düze, kalıpların arasındaki yaşantılarında mutlu olmacılık oynuyorlar. Korkuyorlar sorunları görmekten. Yalnız kalmak istemiyorlar, onları en iyi anlayan uyuşturucuya (televizyona) sığınıyorlar hemen.Kendilerinden korkularına aynaya bile sadece yüzlerine asfalt dökmek için bakıyorlar. O da zaten gözlere değil. Beş dakikalığına saçlarına ya da ağızlarına.

Bakamıyorlar gözlerine dedim ya, sık sık görmeye alışık olmadıklarından.Bal gibi de biliyorlar ki gözler olanı görmez ama içine bakınca her şeylerini gösterirler.

Toplum olarak belki de en sevdiğimiz (ya da ikinci olan! ) organdan korku-muza en fazla on saniye karşımızdakinin gözüne bakarak yaptığımız sohbetlerin ne kadar sahte, içi boş olduğunu görüyorum. O on saniyeye de bir çoğumuz dayanamadığımız için hayatımızdaki sahtekarlığa boyun eğiyoruz.

Bu yalan, içi boşaltılmış konuşmalara karışmayanları ise sorunlu gözüyle bakılıyor.Onu yalnız bırakarak bir yerde cezalandırdıklarını zannediyorlar kendi toplum dedikleri zamazingoda. Oysa bilmiyorlar daha doğrusu tahmin edemiyorlar diğerinin de yalnız kalmak istediğini.

Başka bir sistem düşünemiyorlar ki zaten. Düşünmüyorlar bile. Birilerinin onların yerine düşüneceği bir topluluk arıyorlar kendilerine. Öyle olmadı mı zaten o yaşa gelene kadar? Hep karşılarına biri çıktı onlara doğru yolu gösteren.Da hangi doğru yol? Kimin yolu bu, kim ne zaman bulmuş? Düşünülmüyor.Ne gerek var ki düşünmeye, işte doğru yol, bunu kullanırsan büyük adam olursun denmiş. O da gidiyor işte. Ama aklına gelmiyor bu yolu icat edenin de düşünerek bu yolu oluşturduğunu. Doğru ya da yanlış. Hangi yol doğru ki zaten? Seni üzen, yaralayan yol her zaman yanlış yol mu? Ya da seni son derece mutlu eden, çok para kazanma-nı sağlayan, sana işinde bir mertebe, yüksek maaş veren yol mu? Yoksa o sıcak evde taş kesilmiş bedenlerin olduğunu bilen, etrafındakilerce aşağılanmış, sokakta gördüğünde yakınından bile geçmekten rahatsız olacağın, kışın ortasında yattığı kartondan evinde ki, sistemin çarkı, birilerinin uşağı olmayı reddedecek cesareti, erdemliliği göstermiş kişinin yolu mu?

Peki hangisi büyük adam. Profesör ya da banka yöneticisi olup kaldırımda başı yukarda yürürken birine omuz attıktan sonra dönüp bakmadan yürüyen hatta bir de karşısındakini azarlayan mı, yoksa açlıktan ağrıyan karnı yüzünden başı önde yürürken çarptığında başını kaldırıp özür dileyen mi?

Dedim ya boşaltmışız sözcüklerin içini diye. İnsanlar birilerini sahiplenmeye bayılıyorlar.Biri hakkında arkadaşlarına sevgilim, kız/erkek arkadaşım diye konuşurken hiç düşünmüyorlar. O hiçbir zaman onların değildi ki zaten. Kendisi olmayı beceremezken nasıl bir başkasının olabilir ki? Hadi onu da boş ver.Senden önce kaç kişinin oldu o? Yarın kimin olacak peki? Yaşantılarını bir kalıba sokmak istemekten kaynaklanıyor bu. Etrafındakileri kategorilere ayırıp ona göre raflara dizme peşinde olmaktan kaynaklanıyor işte. Biriyle (karşı cins diyelim) yakınlaşmaya, bir şeyler paylaşmaya başlandıysa hemen bir panik sarıyor geneli. Biz şimdi arkadaş mıyız yoksa sevgili mi diye soruluyor. Ondan sonra ki gelişmeler zaten malum.

Sahiplenme işte o sevgi anlayışının temeli zaten. Bir de “o”nu çok sevdiğini söylersin. Oysa amaç göründüğü kadarıyla kendini tatmin etmek. Bir şeyleri paylaşmak değil de “o” nu seninle paylaşmasını istemek.

Bir de Altay Öktem nasıl tanımlamış aşkı. ”Aşk bir başkasına ‘rağmen’ yaşanan duygudur. Düşünebilecek başkaları varken yalnızca onu düşünmek,sevişebilecek başkaları varken yalnızca onunla sevişmek istemektir. O yüzden aşk,en az üç kişiliktir” demiş. Burada anlatmak istediği aslında yalnızca iki kişinin olduğu bir ortamda aşkın olamayacağıdır. Ancak düşünmek kelimesi de önemlidir burada.

“O” nu düşünmekten mutlu olmak, iyi olduğunu bilmek, yanında o olmadan, yaşamının her alanında “o”nunla birlikte olmaktır. Hangi işi yaparsan yap o iş ile ilgili “o”na varacak çıkarımlar yapmak, bir yerde “o”nun sen olmasını istemektir. Ama gerçek aşk somut değil de düşünce bazında olduğundan fark etmeden “o” nu bambaşka biri yaparsın. Hiç olmayan biri. Senin kafanda oluşturduğun, bir yerde –sen-. “o” olmasa başka biri için düşünerek ulaşacaktın “o”na. Ama sonuç aynı gene.Aragon mutlu aşk yoktur derken bunları düşünerek mi söyledi bilmem ama Orhan Veli, Sere Serpe şiirini yazarken benciliğini çoktan yenmiş gibi gözüküyor.

Bunca kalıbın arasında önemli nokta kaçıyor. Mutlu olmak sevgili olmakla sağlanıyormuş gibi görülüyor. Oysa önemli noktanın, paylaşmak, içten bir şekilde dokunmak(dokunmak dediysem otobüslerde yapılan cinsten değil) ,o an mutlu olmak olduğu unutuluyor. Ya da çok alışkın olmadığımızdan, biraz akışkan olduğundan garip geliyor.

Diyorum ya çok şey değişti senden beri. Aşık da olamayacağımdan korkuyorum. Senin de savunduğun gibi ulaşamayacağına aşık olursun görüşünü taşıyorum hala. Ama artık ulaşılmaz yok gözümde. Çünkü tanıyorum artık etraftakileri, kirli olduklarını biliyorum herkes gibi.Kirli derken herkesin aşağılık olduğunu kastediyorum gibi gelmesin. Ama “o” kusursuz da değil senin sandığın gibi.

Temizlik senin gecenin üçünde uyandığında “o”nun o an başkasının yanında olduğunu düşünerek yanaklarının ıslanması, sabaha kadar uyuyamamak, kirlilik ise çoğumuz gibi gene gecenin üçünde uyanınca “o”nun başka biriyle seviştiğini bilip boş vererek kaderine razı gelip umursamadan uyumaya devam etmek belki de.

Şimdi en kötü şey ne biliyor musun? Atık üzüntülerine bile ağlayamıyorsun. Sadece bir boşluk oluşuyor. Gözlerin dalıyor, kendine geldiğinde ise elin ayağın oynamıyor bir süre. Senin o ağlamandaki huzuru bile tadamıyor insan.En kötü yanı da bu ya işte!

O boşluktan çıkınca bazen bulunduğun yeri fark edip benim ne işim var burada diyorsun.Kuranda da en büyük günahları işleyenlerin cehennemde değil de boşlukta kalacağına dair bir ayetle karşılaşmıştım sanırım. Peki günah nerede? Kirlenmekte mi?

İşte biraz da bu yüzden gönül rahatlığıyla öldürdüm seni.Daha kirlenmeden. Senin beni sevmediğini biliyorum. Ben seni çok sevdiğimden öldürdüm. Hak etmiyordun üzülmeyi çünkü. Seni üzdükleri için cinayete azmettirildim diyorum ya.Şimdi dönüp bakıyorum buraya gelirken geçtiğim boşluğa. Nasıl geçeceğimi düşünüyorum. Ama geleceğim gene yanına. Hissediyorum. Bana seni hatırlatacak, buraya gelmemi sağlayacak birileri çıkıyor karşıma.
Boşluğun öbür tarafında…

guilty